1 Haziran 2023Mubi’de Mayıs ayında yayınlanmasının ardından büyük ilgi görüp de Mubi’deki en üst sıralarda yerini gören Holy Spider, İran asıllı Danimarkalı yönetmen Ali Abbasi’nin yazıp yönettiği bir film. Filmi ilgi çekici kılan; birincisi filmin kapalı kapılar arkasındaki İran’ı anlatmasıın yanı sıra cesur bir konuya sahip olması, ikincisi de yaşanmış bir olaydan esinlenerek ortaya koyulması. Filme Dair: İran’ın Horasan eyaletine bağlı Mashhad şehrinde geçen hikayede gazetecilik yapan Rahimi, bir olayı çözmek adına şehre gelir ve bu olay, “örümcek katil” adı verilen katili yakalamaya çalışmak. Bahsi geçen isim Said Hanai’den başkası değildir. Said Hanai, Mashhad sokaklarında hayat kadınlığı yapan ya da uyuşturucu satıcılığı yapan kadınları tuzağa düşüren ve bu cinayetleri kutsal bir amaç olarak gören kişidir. Rahimi için bu durum bir hayli zor olacaktır; zira kendisi yanlış anlaşılmaya müsait bir toplumda gazetecilik yapmaya çalışmaktadır ve adaletli davranması gereken kişiler de yozlaşmıştır, aynı toplumun yozlaştığı gibi. İran’ın kapalı kapılar ardında hayat kadınlarını cesur sahnelerle ve üstüne gerilim dozunu da cinayetle göstermeye çalışması yönünden bir hayli dikkatleri üzerine çekiyor film ama tabii ki İran yapımı olan bir film değil ve İran’da çekilen bir film değil. Filmin yapımcıları Danimarka, Almanya, Fransa, İsveç, Ürdün ve İtalya. Filmin çekim yeri ise, Ürdün. Yine de İran’ın kapalı kapılar ardında gerçekleşen bir olayı anlatması yönünden cesur bir film. Film Üzerine: Kadın kahraman Rahimi üzerinden bariz bir şekilde mesaj kaygısı güdülüyor ve bu da filmi yapaylaştırıyor. İran’ın kadına bakış açısını çizilmeye çalışılıyor ama “namus” üzerine göndermeler yapılarak gerçekleşiyor. Rahimi’nin daha güçlü bir karakter olarak yazılmasını beklerdim ama psikolojik olarak baskı altında kalmış ve kendisini suçluyu yakalamaya çalışan bir karakter olarak öne çıkıyor. Başlangıçta “gazetecilik” kimliğiyle öne çıkan karakter, bu kimliğinin altında kalıyor. İran’daki kadınlara bakış açısının ve toplum yapısının tezahürü,ve Said Hanai’nin önüne çıkan bir bariyer olarak kendisini gösteriyor ve öylece bitiyor. Said Hanai’nin aktarılış biçimi ise, belki de çok daha iyiydi. Said Hanai, bir amaç uğruna vahşice katliamlar gerçekleştirdiği şeklinde aktarılıyor, psikolojisi verilmeye çalışılıyor ve bu karakter adına belli bir sonuç veriliyor. Rahimi adalet ekseni etrafında dönüp toplum yapısını göstermeye çalışan bir araç gibi hareket ediyor; Said karakteri ise, bu cinayetleri neden işlediğine dair psikolojisiyle birlikte gösteriliyor ve İran’daki toplumsal yapının nasıl bozuk olduğunu, bu toplum yapısının onu bu haliyle bile sahip çıktığını gözler önüne serilmeye çalışıyor. Filmin en büyük sıkıntısı, mesaj kaygısı gütmesi ve bunu da Rahimi’ye hem gazeteci, hem de kahraman olmasını sağlayarak yapılması sağlanıyor. Böylece hem gazeteci kimliği, hem de kahraman kimliği havada kalıyor ve “adaleti sağlamaya çalışan bir karakter” olarak kendisini gösteren bir karaktere dönüşüyor. Said Hanai ise, çok daha iyi bir şekilde aktarılıyor ve psikolojisi yansıtılıyor. Bu karakterin çok daha iyi aktarılışta Mehdi Bajestani’nin başarılı oyunculuğu etken. Said Hanai adına etkileyici bir son ama genel olarak havada kalan bir filmdi. Gerçek Hayatta: Gerçekten beslenen bu filmin en büyük sıkıntısı ise, gerçekte yaşanan bu olayı dinsel ögeleri de içeren bir hale bürümesi. Said Hanai gerçekte de 16 kişiyi (ya da 19 kişi) öldürmüş ve bunu da “toplumu fuhuştan ve çürümeden temizlemek” amacıyla yaptığını söylemiş; ancak esas nedenin eşini rahatsız eden taksici sonrası, intikam amacıyla işlediğini de belirtmişti. İşin ilginci ise, İran’da bir yıldır fuhuştan sabıkalı kadınları öldürmesi. Elbette kurgusal yönü ağır basan bir film ama gerçeğe göre kurgu yapmak çok daha etkileyici olurdu. Bahsi geçen hikayede Said Hanai yoldan geçenleri değil, son bir yılda fuhuştan sabıkası olan kadınların peşine düşmesi söz konusu oluyor ve bunu da bir inşaat işçisi bildiğine göre işin içinde ayrı bir yozlaşma söz konusu. Gerçekteki olaylar karışık ama film ortalama, o kadar da iyi değil. [...] Read more...
22 Şubat 2024Nuri Bilge Ceylan, son olarak 2019 yılında çıkardığı Ahlat Ağacı filminden sonra sessizliğini dört yıl sonra çıkardığı Kuru Otlar Üstüne filmiyle bozdu. Cannes’da “en iyi kadın oyuncu” kategorisini Merve Dizdar’la kazanan film, bu yönüyle ayrıca dikkatleri üzerine çekmişti. Nuri Bilge Ceylan’dan Kuru Otlar Üstüne… Konusu: Bir Zamanlar Anadolu’da Kırşehir’de çeken, Kış Uykusu‘nda Nevşehir’de çeken Ceylan, bu filmiyle daha da uzağa gidiyor ve rotayı Erzurum’a çeviriyor. Ahlat Ağacı‘ndaki atanamamış öğretmen Sinan var olurken, Kuru Otlar Üstüne‘de atanmış bir öğretmen olan Samet kendisini gösteriyor. Samet, biraz Kış Uykusu’ndaki Aydın’a, biraz da Ahlat Ağacı‘ndaki Sinan’a benziyor. Samet öğretmen, doğu görevinin sonuna yaklaşmış bir şekilde ikinci döneme başlar. Birlikte yaşadığı Kenan ve rutin bir şekilde gidip geldiği okul hayatı dışında pek de başka bir hayatı yoktur. Kendisi gibi aynı meslekten olan ama aynı zamanda engeli olan Nuray’la tanışması, Kenan’ı da onunla tanıştırması ve üstelik okulda da işlerin pek yolunda gitmemesi üzerine sıradan giden hayatı, tayininin gelmesine yakın sıradanlıktan çıkacaktır. Deniz Celiloğlu, Musab Ekici ve Merve Dizdar, Kuru Otlar Üstüne…. Film Üzerine: Nuri Bilge Ceylan sinemasındaki gitmek isteyip de gidememe hali bu filmde de kendisini gösteriyor. Zorunlu bir sebep, coğrafyadan sıkılma hali ve o coğrafyada kendine yabancı bulma hali kendisini gösteriyor. Bu atmosfere karlı, kasvetli bir hava ve bu havanın içine de çatışma ögeleri serpiştiriliyor. Ortaya manzaralı ve çatışmalı bir film çıkıyor. Ceylan, önceki filmlerine göre daha politik bir görüntüye sahip olsa da, elbette “politik film” diye sınıflandırdığımız birçok filme göre apolitik kalıyor. Daha çok Samet’in aykırı durumların içerisine kendisine yer bulması üzerine bir film. Buradaki aykırılık durumu, göze sokarak gösterme üzerine değil, daha çok “düş görme” üzerine. Samet karakterinin özellikleri: Lafını sözünü esirgemezden çok; nerede, ne zaman, ne söyleyeceğini tam olarak kestiremeyen, dengesiz hareketler yapan ve tam anlamıyla iletişim sorunu yaşayan… Gerçekçilikten uzak değil, gerçeğe yakın bir karakter. Bir de ayrımcı bir tarafı var ki, bu da iletişim sorunu yaşayan, çocuksu tarafı olan yanıyla açıklanabilir. Sanki hiç büyüyememiş gibi bütün dünyayla kavgalı, iletişim sorun yaşıyor ve biraz fazla çocuksu ve kaçıp kurtulmayı, hatta kin gütmeyi bile huy edinmiş… Bu yüzden istemsiz bir düş görüyor, sanki hiç büyümemiş de, o sıralarda yeniden çocukluğunu yaşıyor gibi. Bir de ilgisini çekmeyen bir şeyin, başkasının fark etmesiyle ilgisini çekmeye başlaması huyu da var. Deniz Celiloğlu, Kuru Otlar Üstüne…. Film Hakkında: Nuri Bilge Ceylan, yönetmenlikten önceki mesleği olan fotoğrafçılığını sık sık konuşturarak filmde sık sık fotoğraf çekimine yer veriyor ve kimi zaman bu filmin geçişlerde de kendisini gösteriyor. Senaryo içerisinde de uzun uzun yazılan diyaloglara ağırlık veriyor. Üç saat uzunluğunda filmde uzun uzun diyaloglar, karlı kasvetli kış ortamı, tablo gibi manzara görüntüleri görmek mümkün. Kısacası aslında Nuri Bilge Ceylan’a dair detaylar filmde kendisini gösteriyor. Merve Dizdar’ın karakteri olan Nuray, engelli bir karakter olmasıyla biraz da Ceylan’ın önceki karakterlerden farklı. Nuray öğretmen, aslında biraz da Samet öğretmenin kişiliğini daha iyi göstermesi yönünden önemli bir karakter. İkilinin uzun uzun diyaloglarının yanı sıra, bir de “dördüncü duvarı yıkmak” kavramını gösteren bir sahneye de tanıklık etmemizi sağlıyor. Abbas Kiarostami sinemasında da görmenin mümkün olduğu bu kavram, Nuri Bilge Ceylan’ın bu filminde de bu kavram kendisini gösteriyor. Kuru Otlar Üstüne, Nuri Bilge Ceylan’ın elbette Bir Zamanlar Anadolu’da, Kış Uykusu, Ahlat Ağacı ve Uzak kadar iyi bir film değil ama film koleksiyonu arasında yer alan en iyi filmlerinden birisi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. [...] Read more...
7 Haziran 2023Mubi’de 25 Mart’ta Türkiye’deki prömiyerini yapan ve şu sıralar Mubi’deki top 1000 listesinde zirvede yer alan Leila’s Brothers, 2022 yılındaki Cannes Film Festivali’nde Palme d’Or adayı olan filmlerden birisi olmuştu ve kazanmayı başaramasa da Cannes’da uluslararası film eleştirmenleri tarafından dağıtılan FIPRESCI Prize ödülünün sahibi olmuştu. Henüz 30’lu yaşlarında olan genç yönetmen Saeed Roustayi’nin yazıp yönettiği İran sinemasından film olan Leila’s Brothers, biraz da Asghar Farhadi’nin filmlerini andırıyor. Filmde Leyla’yı canlandıran Taraneh Alidoosti’yi de Asghar Farhadi’nin filmlerinden (Beautiful City, Fireworks Wednesday, About Elly ve The Salesman) hatırlamak mümkün. Konusu: Film 40 yaşında çalışmakta ve bekar olan Leyla’yı odak noktasını alıyor ama adından da anlaşılacağı gibi dört erkek kardeşi de odak noktasını alıyor ve tabii ki 80 yaşındaki baba İsmail’i de. Leyla dört erkek kardeşini düşünmektedir ve dördünün de iş yeri için yatırım yapmasını istemektedir. İsmail ise, evinin reisi olmak yetmezmiş gibi, bir de sülalenin reisi olmak istemektedir. En yaşlı olarak ortaya altınlarını koyması gerekmektedir ama Leyla’nın da iş için bir planı vardır, o da altınlar… Çatşma noktasını oluşturan da bu altın meselesidir. Ya evin reisi, sülaleye de en yaşlı olarak reislik yapıp da saygınlık kazanacak ya da Leyla’nın çabalarıyla erkek kardeşleri bir iş sahibi olacak, zaman içerisinde mekan kâr elde edecek. Film Üzerine: İsmail, 80 yaşında ve hayatı boyunca pek de saygınlık kazanamamış bir karakter. En büyük isteği de saygınlık kazanmak ve bu yolda paralarını savurmaya hazır. Yeter ki toplum tarafından bir saygınlık kazansın, sözü geçen adam olsun, onun için bu bile yeter. Bu yolda paralarını savurmanın yanı sıra, çocuklarının geleceklerine bir yatırım yapmayı bile çok görebilecek kadar ileri gidebilir. Yeter ki o saygınlık gelsin, onun için bu yeterli. Leyla, 40 yaşında ve hem evde çalışıyor, hem de dışarıda çalışıyor, böylece eve katkı sağlıyor. Kardeşlerinin ve ailesinin ekonomik anlamda zor zamanlardan geçtiğini görünce de çalıştığı yerde kardeşleri için bir yatırım yapılması yönünden ikna etme çabası içerisine giriyor. Aslında babalarının yapması gereken şeyi, bir kız kardeş düşünüyor. Kardeşler için durum şöyle: Alireza korkaklığıyla ön plana çıkıyor, hatta çalıştığı yerde bütün alacaklarını bırakacak kadar korkak. Manouchehr borç batağında yüzüyor. Parviz, Leyla ile aynı yerde çalışıyor ama bir ailesi var, bu riske belki de en çok onun ihtiyacı var. Farhad’ın belki diğerlerine göre çok da göze çarpan bir yanı yok ama onun da bir riske, bir kâra ihtiyacı var. İsmail’den ve kardeşlerden bahsettim ama anneden bahsetmedim, fazlasıyla silik bir karakter olarak kalıyor. Risk alarak saygınlık kazanmaya çalışan bir babayla, risk alarak para kazanmaya çalışan evlatların mücadelesi anlatılıyor filmde aslında. Ataerkil toplum yapısına sahip bir saygınlık da anlatılıyor, bu saygınlığın bir güç sağlamasını da anlatılıyor. Ataerkil toplum yapısında saygınlığın riske değer olduğunu, güce güç kattığını ve özgüveni yükselttiğini; maddiyat için riske girmenin risk için bir soru işareti olduğu da anlatılıyor. Bir karakter gelişimi de söz konusu film boyunca: Mesela karakterlerin olumlu ya da olumsuz kararlar aldıktan sonraki tepkileri, içinden geldiği gibi davranmaya başladıktan sonra verdikleri tepkileri… Film Hakkında: Leyla karakteriyle güçlü bir kadın portresi çiziliyor ve ataerkil topluma karşı direniş söz konusu oluyor. Biraz da feminist bakış açısıyla bir anlatım söz konusu oluyor, Leyla karakteri özgürce fikirlerini ifade ediyor, özgürce kararlar alıyor ya da aldırmaya çalışıyor. Leyla karakteriyle de alışılmışın dışına çıkılan bir görüntü çiziliyor. Toplumsal tavrıyla da sosyolojik tespitler yapan bir film imajı çiziliyor. İran’da çekilen bu film, geleneksel düşünce ile modern düşünce arasında gidip gelmeler yapıyor. Filmin birtakım sıkıntıları da var elbette. Film üç saate yakın süresiyle fazla uzun, verilen tepkiler de bazen fazla abartılı. Karakterler arasında riskler alınıyor, bazen söylenmemesi gereken sözler ve yapılmaması gereken şeyler yapılıyor ama sonrasında hiçbir şey yokmuş gibi devam ediliyor. Çatışma noktaları yerinde ve verilmek istenen mesajlar da anlamlı olsa bile hiçbir şey yokmuş gibi devam edilmesi noktasında filmde sıkıntı mevcut. Bir de tokat gibi sözlerin yanı sıra, gerçek anlamda tokat atılması gibi detayları var filmin ve bu da tokat gibi atılan sözlere gölge düşürüyor. Son bir saatinin özellikle izlenebilir düzeyde bir film olduğunu söyleyebilirim, olumsuz yanları da olmasına rağmen geleneksel ve modern çizgideki anlatımıyla izlemeye değer bir film. Son olarak İran yapımı bu filmin İran’daki gösteriminin yasaklandığını belirtelim ve bu da çok şaşırtmayan bir şey, İran’daki toplumsal yapıya ters bir film. [...] Read more...
3 Haziran 2023Martin McDonagh, 2017 yılında Three Billboards Outside Ebbing, Missouri filmiyle damgasını vurmayı başarmıştı. Bu kez 2022 yılında vizyona giren The Banshees of Inisherin filmiyle beş yıl sonra geri dönüyor ve bu kez alışıldığı tarzına çıkıp çok daha farklı bir işe imza atıyor. Bu film, aynı zamanda Martin McDonagh, Colin Farrell ve Brendan Gleeson üçlüsü de In Bruges filminden sonra yıllar sonra bir araya da geldiği bir film. Konusu: Filmin geçtiği yıl, İrlanda’nın iç savaşının olduğu 1923 yılı. Irisherin isimli küçük bir kasabada yaşayan Pádraic Súilleabháin ile Colm Doherty’nin hikayesini anlatıyor film. Padric, kız kardeşi Siobhán ve eşeği birlikte yaşamaktadır. Colm ise yalnızlığıyla baş başa ve bir de köpeğiyle birlikte yaşamaktadır. İki yakın arkadaşın arası bir gün açılır. Sebebini ise Colm, Padraic’İn sıkıcı olmasına bağlar. Padraic ise inatla Colm’un yakasına yapışır ve arkadaşlığının sürmesini ister ama Padraic buna yanaşmaz. Zaman içerisinde aralarındaki soğukluk, Colm’un parmaklarını kesmekle tehdit edeceği yapıya bürünür. Film Üzerine: İki karakterin arasında aslında uçurum var. Aslında birbiriyle uyumlu olmayan iki arkadaştan birisinin uyumsuzluğu fark edip kendisini geriye atmasıyla başlıyor her şey. Colm sanat aşkıyla yanıp tutuşan bir karakter, bu yolda da dünyaya bir iz bırakmaya çalışıyor. Tek istediği, adının yıllar sonra bile hatırlanması. Bu yolda kemanla besteler yapmaya çalışıyor ama Padraic’in sanata ve iz bırakma konusunda pek de düşüncesi yok. Padraic ise, günü birlik yaşamaya çalışan ve şu anın içinde kaybolup giden, hatırlanıp hatırlanmayacağı düşüncesi aklına gelmeyen, anın değerini bilmeye çalışan, yalnızlıktan da korkan bir karakter. İki karakter arasında derin bir uçurum var; bir taraf yalnızlığı sevip dünyaya karşı bir şey bırakmak istiyor, hatta Padraic’i bu konuda engel olarak görüyor ve bir tarafta yalnızlıktan korkuyor, çevresindekilere sımsıkı sarılmaya çalışıyor. Colm aslında binevi cehalete karşı savaş açıyor. Sakin bir kişiliğiyle yalnız kalmaya, yeni eserler çıkarmaya çalışıyor ama yalnız kalmaya çalıştıkça yalnız kalmaya korkan Padraic tarafından arkadaşlığı sürdürülmeye çalışılıyor. Colm aslında ince ruhlu, merhametli, hatta karşıdaki kişiyi incitmek yerine kendisini incitme yoluna giden bir karakter. Padraic’in ise hiçbir tutunacak dalı yok, herhangi bir amacı yok ve “dostum” dediğine tutunmaya çalışan bir karakter. Tutunacak dalı gittiğinde de kin güdecek, kini giderek büyüyecek ve yakın arkadaşını kül edecek bir karakter. Aslında iki karakter üzerinden aynı zamanda merhamet, vicdan gibi karakterleri de sorguluyor. İki karakter şaşırtmaya başlıyor, şaşırtma kırılma anları geldikçe artıyor. İki karakterin yanı sıra, Padraic’in kitaplara aşık kız kardeşi Siobhán, “köyün delisi” diyebileceğimiz ama Padraic’ten daha temiz kalpli olan Dominic ve onun adaletini öznel biçimde sağlamaya çalışan polis babası, her şeyde yargılı olan ve dedikoduya meyil eden papaz, Orta Çağ kafasında bir karakter olan cadı… Sadece Colm ile Padraic değil, aynı zamanda yan karakterleriyle de rengarenk bir film. Dedikoduya meyilli, yalnızlıktan korkan ve dedikodudan uzak kalamayan kasaba halkı da bu “rengarenk bir film” kısmına dahil, hatta özellikle bar sahneleri de ayrı bir renk. Film Hakkında: 1923’te, İrlanda iç savaşı zamanında geçen ama İrlanda’nın küçük bir kasabasında geçtiği için dışarıdaki dünyaya izole; yalnızlıktan korkan, dedikodu duymak isteyen, çok büyük eğlencesi olmayan ve en büyük eğlencesinin bar olduğu bir ortamda geçiyor film. Bu ortamda görülmesi gereken bir ada manzarası var, görülmesi gereken bir sinematografisi var, Colin Farrell ile Brendan Gleeson’ın başarılı oyunculuğu var, iyi de bir kurgusu var. Filmin çekim yerlerini de ayrıca belirtmek gerek: Inishmore ve Achill Island. İzlemeye değer bir film olduğunu düşünüyorum. Dramatik ögelerin ağır bastığı için bir diğer tür olan “komedi” türü havada kalıyor elbette ama amaç komedi yönüyle öne çıkmak değil elbette. Martin McDonagh’ın bu filminde yaptığı en farklı şey, tam bir sanat filmi havasında ağır bir şekilde ilerleyen ama aynı zamanda keyif veren bir film yapması. Çok büyük aksiyon yok, daha çok karakter gelişimi üzerine ve oyunculuk performanslarının öne çıktığı bir film. [...] Read more...
23 Şubat 2024Günümüzde aşkın tanımı da yaşanma şeklide değişti. Aşk nedir bilinmiyor yaşananlar aşk sanılıyor ama aşk sevgiye dönüştüğünde anlam ifade eder. Çok söz ediliyor, çok anılıyor ama günümüzde yaşanan aşk denilen durumlar aşk değil… Birisinden çabuk vazgeçip hemen bir diğer ilişkiye yelken açılıyor. O ilişki de sizi doyurmuyor bitiriliyor, sonra da bütün suç aşka atılıyor. İlişkilerin en acı veren kısmı ise, karşı tarafa elinizden geldiğince her şeyi yaparsınız: Hiçbir özel günü kaçırmazsınız, her şey çok güzel giderken anlık unutkanlıkla bir detayı kaçırırsınız ve güzel giden bir plan bozulur ve güzel giden her şeyin içine edersin. Sonra yabancıymış gibi davranmaya başlar: “Ama ben senin için bu zamana kadar onca şey yaptım. Hiç mi hatırım yok?” dersiniz. Ama şu cevabı alırsınız: “Yapmasaydın.” Cevap bellidir, bu kadar basit. Aşklar da artık sanalda başlıyor: Yaşanıyor ve orada bitiriliyor. Günümüzde birçok şey gibi, aşk da sanallaştırıldı. Paylaşımlar artık internet üzerinden yapılıyor; kıskançlıklar, ihanetler, aşkı ilan etmeler, beğeniler, hemen hemen her şey, hatta cinsellik bile sanalda yaşanır hale geldi. Aşk bu kadar ucuz değildir. Aşk güzeldir, hatta adı bile büyülüdür. Her insan aşkı istiyor ama aşk adına, aşkı adına ne emek veriyor ya da emek vermek istiyor mu acaba? Bu soruların yanıtını aramıyor günümüz insanı… Demem o ki; bazı insanlara ağzınızla kuş tutsanız bile yaranamazsınız. Instagram Mail [...] Read more...
7 Kasım 2022FX’in mutfak temalı dizisi The Bear, bu yılın Haziran ayında yayınlanmaya başladı ve zaman içerisinde büyük beğeni toplayarak ikinci sezon onayı almayı da başardı. 23 Haziran’da yayına başlayan dizi, 14 Temmuz’da ikinci sezon onayı aldığı duyuruldu. FX yapımı olan dizi, ABD’de Hulu’da da gösteriliyor ve ülkemizde Disney Plus platformu üzerinden izlenebiliyor. Genel Bilgi: The Bear, Christopher Storer tarafından oluşturulan bir dizi. Aynı zamanda dizinin yürütücü yapımcılarından ve sezonun büyük bir bölümünün yönetmenliğini üstlenen bir isim. Dizinin başrol oyuncusu, “Shameless” dizisinde canlandırdığı Lip Gallagher karakteriyle tanınan Jeremy Allen White. Odak nokta genel olarak Jeremy Allen White’in karakteri olsa da, dizide birçok karakter ön plana çıkıyor. Dizide Sydney’in iş başvurusunda bulunup baş şef olan Carmen tarafından işe alınmasıyla başlıyor. Carmen, Michael’ın intihar etmesinden sonra Chicago’ya dönüp borç içinde yüzen, asi personele sahip İtalyan biftekli sandviç dükkanında baş şef olarak işe başlamıştır. Michael ile Carmen’in arası açıktır ve Michael’ın dükkanı Carmen’e bırakması kendi açısından şaşırtıcı gelmiştir. Hatta bu durum dükkanın işletmecisi Carmen’in kuzeni Richard da anlam verememiştir. Carmen çok ünlü bir şef olmasına rağmen, ünlü şef olmasını bir kenara itip Chicago’da ona bırakılan sandviç dükkanında çalışmaya başlamıştır, beraberinde Richard, Sydney, Marcus, Tina, Ebraheim, Garry, Manny, Angel ve Neil gibi isimlerle birlikte… Bir de sık sık görünen kız kardeşi Natalie ile eşi Pete’i de unutmamak lazım. Genel olarak da hikaye bu karakterler üzerinde dönüyor. İnceleme: Mutfak ekibinde durdurak bilmeyen bir karmaşa hakim ama bu ekipte herkes eşit. Herkes birbirine “şef” diyor, üstünlük taslamıyor. Biri ya da birilerinin sözü geçiyor ama bu üstünlük için değil, işler daha hızlı yürüsün diye gerçekleşiyor, yani tam bir ekip çalışması hakim. Bu ekip çalışması içinde birtakım sorunlar da var, ekibin yetenekleri olsa bile takım çalışmasına tam anlamıyla uyum sağlayamıyorlar. Bu yüzdendir ki sandviç dükkanında işler yolunda gitmiyor. Olumlu Yanlar: Sezon boyunca dizi, Carmen’in geçmiş ve şu an arasında mekik dokuması anlatılıyor. Geçmişte yaşadıkları, onu şu anda nasıl etkilediğine dair sahneler geçiyor. Sadece sekiz bölüm yayınlandığı için ve süresi kısa olduğu için derinlemesine bir geçmiş kendisini göstermiyor ama şu anda yaşadığı durumlarla, geçmişte yaşadığı durumlar arasında bir köprü kurularak Carmen’in psikolojisi verilmeye çalışılıyor ve bu konuda da dizi başarılı oluyor. Dizinin ilk sezonu sekiz bölüm olmakla birlikte bölüm süreleri en az 20 dakika, en fazla da 48 dakika sürüyor. En az süren bölümü yedinci, en çok süren bölümü de sezon finali bölümü olan sekizinci bölümü. Bölüm sayısının ve bölüm süresinin azlığının da etkisiyle neredeyse hiç sıkmadan izletiyor, akıcı bir şekilde başlayıp bitiyor. Yemek programı izler gibi his veriyor ama aralarındaki çatışmanın da etkisiyle, yemek yapmakla hiç arasını olmayan birisinin bile ilgisini çekiyor. Dizi kurgusal anlamda hızlı geçişleriyle dikkat çekiyor. Karakterin ya da karakterlerin psikolojisi de bu hızlı geçişlerle aktarılmaya çalışıyor ve diziye farklı bir hava katıyor. Olumsuz Yanlar: Dizide gerçek hayatta da rastladığımız “sigara molası” sahneleri de kendisini gösteriyor ama çok fazla bu tarz sahnelerin olması da dizi adına olumsuz yanlardan birisi, sanki sigara reklamı yapılıyor hissi veriyor ya da madde üzerine birtakım sahneler de kendisini gösteriyor. Elbette olumsuz olarak görsek de, dizinin yine bölüm sayısı ve süresiyle ilgili bir durum. Bu yüzden bu sahneler sırıtabiliyor. Aynı zamanda madde üzerine sahneler hikayede gelişigüzel anlatılıp geçiliyor hissi veriyor. Ayrıca sandviç dükkanının intihar eden Carmen’den önceki sahibi olan Carmen’in kardeşi Michael’ın sahneleri daha derinlemesine olabilirdi ama muhtemelen gelecek sezon ya da gelecek sezonlarda da yer verilecektir. Dizi adına olumlu yanlar çok daha fazla. Genelde dizinin olumsuz yanları, bölüm sayısının az olması ve bölüm süresinin kısa olmasından kaynaklı. Genel Değerlendirme: 2022’nin yaz aylarında yayınlanan dizi, kısa süre içerisinde popüler bir hale geldi, gelmeye de devam ediyor. Bunda en büyük etken ise, mutfağı odak noktası haline getiren çok fazla dizinin olmaması ve bunu odak noktası haline getiren bir dizi olmasının yanı sıra çatışmayı kısa süre içerisinde başarılı bir şekilde aktarması. Dizi neredeyse tek mekanda geçiyor ve buna rağmen hareketli bir şekilde ön plana çıkmayı başarıyor. Hatta dizinin bölümlerinden birisi tamamen tek mekanda geçiyor ve fazlasıyla hareketlilik mevcut. Bu gibi detaylarıyla The Bear, izlemeye değer bir dizi. [...] Read more...
11 Temmuz 2022Metot, 2021 yılının Nisan ayında GAİN’de yayınlanan dört bölümlük bir mini dizi. Dizinin yönetmeni Serkan Keskin; dizideki oyuncular Serkan Keskin, Şebnem Hassanisoughi, Mustafa Kırantepe ve Sarp Aydınoğlu. 50 dakikadan az bölümlerden oluşan dizi tek mekanda geçiyor ve dizi tiyatro havasında ilerliyor, evet dizi bir tiyatro oyunu. Genel Bilgi Metot, 2003 yılında Katolonca oyun yazarı olan Jordi Galceran i Ferrer’in “El mètode Grönholm” isimli tiyatro oyunundan uyarlama. Hatta aynı tiyatro oyunu, “El método” ismiyle Arjantin, İspanya ve İtalya ortak yapımı olarak 2005 yılında filme çekildi. “Metot” isimli dizi öncelikli olarak Semaver Kumpanyası tarafından ve dizide oynayan oyuncular tarafından öncesinde tiyatro oyunu olarak sunulan bir oyun. Tiyatro oyununun çevirmeni Zerrin Yanıkkaya, yönetmeni dizide olduğu gibi Serkan Keskin ve oynayanlar da dizideki oyuncular. Dizi Hakkında Bir oda ve mülakata gelmiş dört aday… Ferhat, Merve, Engin ve Kadir isimli karakterler bir odada, bir masanın etrafında toplanıp mülakata başlar. O sırada kamera da onları izlemektedir, direktifler gelmeye başlar mektuplar aracılığıyla ve karakterler yazıları okuyarak mülakatta sonuca gitmeye çalışmaktadır. Kim sabredip kapıyı çarpıp çıkmazsa kazanan o olacaktır ama bunun için de direktifleri yerine getirmesi gerekmektedir. Ama bir şey vardır, her şey göründüğü gibi midir? Her şey bu kadar basit midir, yoksa bu basitliğin altından başka şeyler de çıkacak mıdır? Dümdüz bir mülakat sistemi yok burada, burada önemli olan dayanıklılığı ölçmek. Bunun için de birtakım direktiflerle karakterlerin sabrı ölçülüyor. İş dünyasının acımasız bir tarafı, gizemli tarafıyla birleştirilerek verilmeye çalışılıyor. Mülakata giren iş adayları ne kadar ileri gidebileceği gözler önüne serilmeye çalışılıyor. Örnek vermek gerekirse: Adaylardan birisinin çalışan olduğu söyleniyor ve bunun kim olduğu bulunulması isteniyor. Buna göre karakterler hem paranoyak bir duruma gelip herkesi suçlamaya başlıyor ve acımasızca davranmaya başlıyor, hem de büyük bir gizem oluşuyor ve “kim” sorusunu sorduruyor, gerçekten içlerinden birisi mülakatta yer alıyor mu, bu kim ya da bütün karakterler gerçekten mülakatta yer alıyor mu? Bu soruları sormaya başlayınca başka sorular da kendisini gösteriyor. Dizinin genel olarak şaşırtıcı bir tarafı var evet, hatta muhtemelen o şaşırtıcı taraflarını düşündükçe çözmeniz de mümkün. Genel Değerlendirme Dizi tiyatro kökenli olmasının da etkisiyle genel olarak diyalog ağırlıklı bir şekilde ilerliyor, daha çok oyunculuklar ön plana çıkıyor. Defalarca oynanan tiyatro oyunu olmasının da etkisiyle başarılı oyunculuklar öne çıkıyor. Karakterlerin de birtakım özellikleri ön plana çıkıyor; dört karakter de umursamaz, ön yargıları olan, aynı zamanda paronoyaları da, psikolojileri de sahneler içerisinde kendisini gösteriyor. Dizi için “psikolojik gerilim” tanımını yapabiliriz, aslında dizi için yapılan tanım da tam olarak bu. Serkan Keskin’in ilk yönetmenlik deneyimiyle; kendisinin de oyunculuğunu sergilediği, Şebnem Hassanisoughi, Mustafa Kırantepe ve Sarp Aydınoğlu’nun da Serkan Keskin’le birlikte başarılı performans sergilediği, psikolojik gerilimi yaşattığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Dört bölüm olması son derece izlenebilir yapıyor diziyi, süresinin de 50 dakikadan az olması artı. Böylece genel olarak sıkmadan izletiyor. Bol diyaloglu olması ve sürekli aksiyon isteyen birisi için uygun bir seçenek olmayabilir ama diyaloglu filmleri sevenler için başarılı bir dizi. Diyalog içerisindeki gerilim ve özellikle de son iki bölümdeki şaşırtıcı sahnelerle seyir zevki artmaya başlıyor. Bu dizi sadece iş dünyasındaki acımasızlığı anlatmıyor, aynı zamanda istediğini almak isteyen insanların psikolojisini de anlatıyor, hatta daha fazlasını almak isteyen insanların açgözlülüğünü ve ikiyüzlülüğünü… [...] Read more...
2 Ocak 2022Hayatı Cavit Cav, 27 Ağustos 1905 yılında Selanik’te dünyaya gelir. Kendisi Mustafa Kemal Atatürk’le aynı mahallede büyümüş bir kişidir. Teyzesi Emine Hanım, Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’la arkadaşlık yaparken, annesi Cevriye Hanım da Makbule Hanım ile samimidir. Ancak Selanik’te kalması çok uzun sürmez Cavit Cav’ın, çıkan Balkan Savaşları sonucu Bulgarlar ile Yunanlılar arasında çatışmalar yüzünden ailesiyle önce İzmir’e, sonra Manisa’ya ve son olarak 1915 yılında İstanbul’a gitmek zorunda kalır. Cavit Cav için yeni bir hayat başlamak üzeredir. Bu hayatta, daha on yaşında arkadaşıyla birlikte aldığı ortak bisiklet, onu bisiklet serüvenin başlangıcına hazırlar. Bisiklete olan tutkusu, onu 1920’de ilkokuldan sonra Sanat Mektebine götürür. Olimpiyat Serüveni Bisiklete olan inancı, onu 1924’teki Paris Olimpiyatları’na giden ekibe seçilir ama ekip bisikletleri temin edemez ve böylece dönmek zorunda kalırlar. Cav, Paris Olimpiyatları’na gidemese de aynı dönem İstanbul ve Türkiye şampiyonlukları kazanır. Aynı dönem Tophane Askeri Sanat Mektebi’nde öğretmen olarak çalışmaya başlar ama hamal kadrosuyla, cüzi bir ücretle çalışır. Geçimini sağlamak için aynı zamanda bisikletini kiraya verir. Öğretmenlik yaparken Cav, 1925 yılında dükkan kiralar ve bisiklet tamiriyle de uğraşmaya başlar. Bir taraftan öğretmenlik yapar, bir taraftan bisiklet kiralar, bir taraftan bisiklet tamiri yapar ama bir yandan da sporcu olarak idmanını eksik etmez. 1926’da yeniden İstanbul ve Türkiye şampiyonluklarını kazanır. Teknik anlamda yetenekleri sayesinde 1927’de mitralyöz fabrikasında ustabaşı olarak çalışmaya başlar. 1923 yılında Bisiklet Federasyonu kurulmuş ve başkanlığa Muvaffak Menemencioğlu getirilmişti. Muvaffak Menemencioğlu, Cavit Cav’ı Amsterdam Olimpiyatları’na katılması için dört kişiden oluşan bir ekiple Paris’e gönderir. Cav, Paris’teki ünlü bisiklet fabrikasında iş bulur ve yurt dışında bisiklet üretimiyle ilgili deneyim kazanmaya başlayacaktır. Dört ekip maddi imkansızlık nedeniyle iki yataklı bir oda tutar ve akşama kadar çalışıp sadece akşamları Amsterdam Olimpiyatları için idman yapabilmektedirler. Cavit Cav’ın da içinde bulunduğu dört kişilik ekip başarılı olamaz ve İngiltere’ye elenirler. Gündüz iş, akşam idman ve maddi imkansızlıklar sonucu gelen başarısızlık… Amsterdam Sonrası Amsterdam’dan sonra askere gidiş başlar Cav için, askerden sonra yeniden öğretmenlik için başurur ve Diyarbakır Sanat Mektebi’ne atanır. Öğretmenliğinin yanı sıra Diyarbakır’a bisiklet sevdası aşılar, Diyarbakır’da ilk kez bisiklet yarışması düzenler. Diyarbakır’da yaşadığı sırada 1933 yılında “Teoman” ismini verdiği oğlu, 96 günlükken hayatını kaybeder. O dönem oğlu için doktor da bulamaz, oğluna baytar bakar. Ölüm kağıdı almak için gider, kağıdı vermeden önce bir gece önceki vizite ücretini ister. Bu olay Cavit Cav’ın gelecek yıllarda doktora verdiği değeri gösteren olayın da muhtemelen temelini oluşturan olaylardan olmuştur. Diyarbakır’da yaşadığı acı olay sonrası Ankaraya’ya gelir ve kısa süre sonra 1933-41 yılları arasında görev yapacağı Bisiklet Federasyonu İkinci Reisliği’ne getirilir. İdarecilik yaparken bir de mağaza açar, kendi bisiklet üretimini de yapar ve bir çocuk için bisiklet sürebilmesi için üç tekerlekli ama iki tekerliğe de dönebilen bir bisikleti de bu dönemde imal eder. İstanbul’a Dönüş ve Menderes’le Anısı İkinci Dünya Savaşı sırasında yeniden askerliğe çağrılır ve askerlik dönüşü ailesiyle birlikte İstanbul’a yeniden yerleşir. Çocuk arabası ve çocuk bisikleti, üretim pazarlama ve satış işleriyle uğraşmaktadır. İlerleyen yıllarda, 17 Şubat 1959’da Başbakan Menderes’in uçağı İngiltere’ye giderken düşer ve kurtulanlar arasında milletvekili olan Emin Kalafat vardır. Emin Kalafat tedaviden sonra Türkiye’ye dönecektir ama yürüyemeyecek haldedir. Başbakan Menderes, Cavit Sav’ın bulunmasını ve durumun ona iletilmesini ister. Sav sadece 14 saatte tekerlekli sandalye yapar ve Emin Kalafat’ın uçağının inişine yetiştirmeyi başarır. Cavit Sav, böyle bir kriz anında akla gelen bir isimdir. Fabrika Açması ve Yaşadığı Bunalım Cavit Sav, 4 Ağustos 1960 yılında bisiklet fabrikasının açılışını yapar; ancak fabrikanın açılışı için aldığı krediler ve ortak ettiği arkadşaının kötü niyeti sonucu fabrika satışa çıkar. Sonuç olarak 5 Mart 1962 yılında fabrika mahkeme tarafından iflasına karar verilir. Bu olay sonrası psikolojisi bozulur, üstüne ailevi sorunları da eklenir ve 13 Ekim 1964 günü, bilinç kaybı yaşadığı için Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne başvurur, orada bir süre yatar ama kendi moral bozukluğundan başka bir şeyi olmadığı anlaşılır. Hayatının Geri Kalanı ve Bedenini Bağışlaması Bu zor günlerinin ardından Milli Eğitim Bakanlığı’na başvurur ve bir süre Maçka Sanat Enstitüsü’nde öğretmenlik yapar. Sonrasında geçici olarak dostlarının da yardımıyla küçük çaplı üretim işleri yapar. Son kalan arsasını satar ve 1968’de üstündeki iflasını kaldırır. Bu zor günlerinin ardından artık geri kalan ömrünü Seyranbağları Huzurevi’nde geçirir. Cav, yaşamının son yıllarında, 1981 yılında bir haberle karşılaşır: Habere göre tıp fakültesinde anatomi dersleri için kadavra aramaktadır ama kadavra temini için sıkıntı yaşamaktadır. Bu haberden etkilenen Cav, bedenini bağışlamaya karar verir. Bedeninin bağışlandığına dair evrakları tamamlandıktan sonra Cavit Cav, 28 Nisan 1982’de vefat etmiştir. Vefatından sonra bedeni, uzun yıllar Anatomi Anabilim Dalı’nda eğitim amaçlı hizmet etmiştir. Cavit Cav Üzerine Selanik göçmeni bir ailenin evladı olan, hayatınıda bisikletle uğraşmaya başlayan, bisiklet tamiri yapan, bisiklet sporuyla olimpiyatlara katılan, üç tekerlekli bisiklet yapan, sonra da tekerlekli sandalye yapan, bisiklet fabrikası açan bir insandı Cavit Cav. Fabrika açtı ama fabrika istenmeyen olaylar yüzünden iflas etti, mesela çektiği kredi ve ortak ettiği bir dostu yüzünden, işler umduğu gibi gitmedi. 96 günlük oğlunu kaybetti, oğlunu o dönem baytar baktı, doktor bakmadı. Hayatın sonlarında öğrencilerin eğitimi için kadavra olarak bedenini bağışladı. 1905’te doğdu, 1982’de hayata gözlerini yumdu ama hiçbir zaman yaptıkları unutulmayacak; mesela olimpiyatlara zorluklarla katılması unutulmayacak, üç tekerlekli çocuk bisikleti imal etmesi unutulmayacak, tekerlekli çöp konteynırını üretmesi, 14 saatte tekerlekli sandalye üretmesi, Türkiye’de artık tekerlekli sandalye üretilmesine öncü olması unutulmayacak. Türkiye’nin ilk kadavra bağışçısı olmasıyla değeri hep bir başka olacak, unutulmayacak. Sunay Akın’ın YouTube kanalından. Belki de Cavit Cav’ı en iyi anlatan araştırmacı yazar Sunay Akın’dır. Videoda Cavit Cav’dan da bahsedilmektedir ve vasiyeti anlatılmaktadır. Cavit Cav üzerine izlemeye değer bir videodur. Sunay Akın’ın YouTube kanalından. Cavit Cav’ın hayat hikayesi Sunay Akın’ın anlatımıyla, yine izlemeye değer bir video. Kaynak: Mehmet Demirci & Serap Şahinoğlu – Anatomiye Adanmış Bir Beden: Cavit Cav (Makale). Sunay Akın. Görsel Kaynak: Sunay Akın, Bikepedia. [...] Read more...
9 Temmuz 2022The Boys, Amazon Prime’ın en popüler dizisi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. 2019 yılında yayın hayatına başlayan dizi, tamamının yayınlandığı ilk sezonuyla ilgi odağı olmayı başarmıştı. İkinci sezonu ilk üç bölümü yayınlanan dizi, sonrasında haftalık olarak yayınlanmaya başlamıştı. İlk üç bölümün aynı anda yayınlanıp, geri kalan bölümlerinin haftalık olarak yayınlaması olayı üçüncü sezon da devam etti. İkinci sezon 2020 yılında ve son olarak üçüncü sezon 2022 yılında yayınlanmış oldu. Genel Bilgi The Boys, 2006 yılından 2012 yılına kadar 72 sayı çıkan Garth Ennis’in yazarlığını ve Darick Robertson’un da çizerliğini yaptığı bir çizgi roman serisi ve dizi versiyonu da bu çizgi romandan uyarlama. Çizgi roman başlangıçta DC Comics’e bağlı Wildstorm etiketiyle çıkımş, sonrasında da Dynamite Entertainment tarafından yayınlanmıştır. Her ne kadar dizi için “süper kahraman” tanımı yapılsa da, aslında o tanımlamanın dışında bir dizi. The Boys’ta süper kahramanlar, halkı kurtarmaya çalışan birtakım kişiler olarak ön plana çıksa da, aslında görünenin aksine bu durm son derece farklı. The Boys evreninde “Vought International” isimli şirket, V isimli bileşeni sıradan bir insana enjekte ederek süper kahraman üretiyor ve topluma bu süper kahramanları pazarlayarak gelir elde etmeye çalışıyor. Şirket süper kahraman elde etme konusunda ve süper kahramanı pazarlama konusunda da son derece başarılı. Süper kahramanlar da son derece popüler durumda. The Boys’taki süper kahramanlar aynı zamanda DC ve Marvel evrenindeki karakterlerin parodisi durumunda. Örnek vermek gerekirse: The Deep, Aquaman’ın parodisi, A-Train, The Flash’ın parodisi, Homelander, Superman’in, Starlight, Stargirl’in parodisi durumunda. Öte yandan Billy Butcher ise, The Punisher’in parodisi durumunda. Üçüncü sezonda gördüğümüz Soldier Boy ise, Captain America parodisi. The Boys’taki karakterler, DC ya da Marvel karakterlerinin aksine iyiden uzak, daha çok kötüye yakın ve bu daha çok şirkete bağlı karakterler için söz konusu. Şirkette bağlı süper kahramanların lideri, Superman parodisiyle gördüğümüz Homelander karakterinden başkası değil. Hikayenin bir kolu da Homelander ve süper kahraman çevresiyle dönüyor. Öte yandan hikayenin bir diğer tarafı ise, Billy Butcher, Hughie Campbell, Mother’s Milk ve Frenchie’den oluşan, zaman içerisinde genişleyecek ekibin üzerinden dönüyor. Billy Butcher’ın liderliğindeki ekibin ise amacı, Homelander’ın ve Vought şirketinin bünyesinde bulunan süper kahramanlara son vermektir. Üçüncü Sezon İkinci sezonun sonu, hiç de Homelander için iyi bitmemişti ve yeni sezonla birlikte Hughie, süper kahramanlara savaş açan bir şirkette çalışmaya başlamıştı ama işler göründüğü gibi de olmadı. Bu sırada ekip yine toplandı. Homelander yine kök söktürmeye başlıyordu ama bu kez dizide Homelander ile boy ölçüşecek bir anahtar da eklendi, geçici V bileşeni… Geçici V bileşeni konusunun yanı sıra, bir konu daha eklendi Homelander’ı mat etmek adına, o da Jensen Ackles’ın canlandırdığı “Soldier Boy” karakteri… Soldier Boy karakteri her ne kadar diziye hareketlilik katsa da, sekiz bölümlük bir sezon adına daha geniş ve daha etkileyici kullanılabilirdi. Soldier Boy’un kendisini göstermesi epey zaman alıyor. Bu sırada daha çok Homelander ile Billy Butcher ayrı ayrı kendisini göstermeye başlıyor. Üçüncü sezonun sonlarına doğru özellikle Annie, yani Starlight kendisini gösterdi ve binevi karakterler arasındaki toparlama görevini üstlendi. Bölümler Üzerine İlk İki sezonun aksine sezon finali değil, altıncı bölüm damgasını vurdu. “Herogasm” bölümüyle The Boys, son derece aykırı ve özellikle sonlara doğru başarılı görüntüsüyle dikkat çekti. Homelander, Soldier Boy ve ayrıca geçici V bileşeniyle ekipten kişilerin bir araya geldiğinde neler olacağının anlatıldığı sahneler oldukça dikkat çekiciydi. IMDb puanlarına baktığımızda da dizinin en yüksek puana sahip bölümü de bu oldu. Genel Değerlendirme The Boys ilk iki sezonunda konuların birikerek son sezonunda ciddi bir şekilde patlama yaptığı sezonlardı ama son sezonda patlama dağınık bir şekilde işlendi ve sezon finali bölümü, altıncı bölümü geçemedi. Bundaki en büyük etken, Soldier Boy’un yeteri kadar iyi işlenmemiş olmasaydı. Bir diğeri de karakterler arasındaki geçişlerin dağınık olmasıydı ve şirket sahnelerinin azlığı da söz konusuydu. Şirkete dair sahneler de vardı elbette ama ilk iki sezona göre şirkete dair, özellikle de yöneticilere dair sahneler azdı. Dizinin sezon finali bölümünden de anlaşılacağı üzere hiçbir şey eskisi gibi olmayacak gibi de görünüyor, hem de hem Homelander ve Vought şirketinin süper kahramanları açısından, hem de Billy Butcher ve beraberindeki ekip açısından… Her şeye rağmen üçüncü sezon da kaliteli bir sezondu. [...] Read more...
11 Eylül 2022Start almak, check-in atmak, triggerlanmak… Türkçe böylesine yozlaşmış, zorlama kelime ve kelime öbeklerini bünyesine katabilecek kadar sığ bir dil değil. Yüzyıllardır her nerede medeniyet varsa kadim Türk yurdunun da kültürel izleri onunla birlikte süregelmiştir. Bir dili de kültüründen ayırmak mümkün olmadığı ortada olduğundan diyebiliriz ki her nerede medeniyet izi, insana ait bir unsur varsa Türkçe de orada olmuştur, olacaktır. Özellikle ortaöğretim kitaplarında şöyle sığ bir bilgi vardır ve bu bilgi Türkler olan bizlerin hem kültürel hem de bilimsel sınırlarımızı törpülemektedir: ‘’Türklerin ilk yazılı kaynakları, Göktürk(Köktürk)dönemine dayanmaktadır.’’ sanki biz o dönemden önce var olmamışız gibi, en basitinden MÖ 6.yüzyıldaki Yenisey Yazıtları Köktürk Dönemi’nden öncesinde var olduğumuza dair yüksek ihtimaller verse de bunlar kesinlik var eden bilgiler değildir ancak yıpranmış olması ve edebi değer yansıtması hasebiyle sonraki ilk yazılı belge olan Göktürk Kitabeleri baz alınmakta. Elbette Türklerin tarih sahnesine çıkışı ve ilk eserleri akademi dünyasının bakması gereken konular olduğundan meselenin o tarafına hiç girmeyeceğim. Eğer ki girersem çıkamayacağımı bilmekteyim. Ben yalnızca Türkçenin yıllardır hassasiyetle de bugün geçirdiği, sıkıntılı ve buhranlı durum hakkında birkaç tespit ve bu tespitler ışığında elden ne gelebilir bunları kendi penceremden dile getirmeye çalışacağım. Son yıllarda Türkçe bir başkalaşım geçirmekte, her dil bu değişiklikleri elbette geçirebilir ancak burada ‘’sıkıntılı ve buhranlı’’ olarak ifade ettiğimiz kısım, milli bir asimilasyonun farklı varyasyonları olarak karşımıza çıkıyor. Bu başkalaşım dilimizin yapısında olan geçirmesi gereken doğal bir başkalaşım da değil, zorla insanlar tarafından yaptırılmaya çalışılan, suni bir dil oluşturulma çabasından başka bir şey değil. Sonuç olarak dil, dinamik ve hareketli bir sosyal yapı. Durağan şekilde çağın gereklerine ayak uydurmaması düşünülemez; ancak dilin bu denli radikal ve kendi karakteristik özelliklerine aykırı şekilde değişikliğe uğraması kendi öz benliğine balta vurmasıyla sonuçlanmaktadır. Bunun en baştaki sebebi günün küreselleşmeye başlaması, siyasi sınırların ortadan kalkıp her durumun anlık olarak oluşması diyebiliriz. Bu küreselleşmenin sebebi ise de tamamen teknolojidir. Teknolojiyi kullanan kesimi gençler olarak ele alırsak gençler olan bizlerin de dil bilinci çok fazla gelişmemiş yahut da bu bilincin çok üstüne gidilmemiş olursa, bir oradan bir buradan kelimelerle resmen tabir-i caiz ise toplama bir dil oluşturulursa bu dilin yozlaşması da kaçınılmaz olacaktır ve bu bozulma yalnızca dilde gibi görülse de dilin bir başka kökü olan kültüre oradan sosyal hayata kadar kelebek etkisi misali kendini gösterecektir. Yazımın başında kelime öbekleri yazmıştım onlara biraz bakalım. Türkçe gerek kurulan devletler gerek de yapısı itibariyle gelişmeye çok uygun bir dil olarak karşımıza çıkmaktadır.Türkçede sadece Türkiye Türkçesini kastediyorum, çok fazla ek bulunmaktadır. Çoğu zaman başka dillerden kelime almaya ihtiyacı yoktur; fakat sonuç olarak bir coğrafyada yaşıyoruz ve çeşitli kültür ve dillerden etkilenmeler olacaktır. Buradaki nüans farkı ise bu etkilenmenin Türkçenin kendi karakteristik özelliğine karşı şekilde oluşturulmamasıdır. Örnek vermek gerekirse ‘’start almak’’ bu söz grubunun ilk kullanıldığı yeri gördüğümde cidden ben mi yanlış konuşuyorum diye kendimi sorguladım bu söz öbeği bir ulusal televizyon programında kullanılmıştı hem de bir haber sunucusu tarafından cidden ilginç hem de çok ilginç geldiğiniz konum itibari ile güzel ve doğru konuşma (diksiyon, hitabet) ile ilgili çeşitli eğitimlerden sonra, belli sınavlara da girip o konuma getiriliyorsunuz ve böyle iğreti,sağdan soldan alınma kelimelerle haber sunumu yaparak kendinizi muvaffak sayıyorsunuz.Türkçe bu iki kelimeden teşekkül eden suni bediileri tek bir kelimeyle, tam olarak ifade ediyor: başlamak. Kısa, öz ve anlaşılır ne bir tarafı İngilizce tamamen Türkçe ne de yapaylık mevcut, hem de aynı anlamı daha kısa bir yapıyla karşılayabiliyoruz. Resmen olmayacak ifade için Türkçeyi zora sokmak gibi geliyor bana. Aynı durumlar check-in (yer bildirimi), triggerlanmak (sinirlenmek) gibi ifadeler için de söylenebilir ve bunun gibi yüzlerce örnek verilebilir. Dışarıda, sokakta bu ifadeler çok fazlaca yer ediyor. Bunları görebilmek için yalnızca Türkçe bir bakış gerekli. Bugün dilimiz yozlaşıyor gün gelir yarın kendi kültürümüzle ilgili bir unsura rast gelemeyebiliriz. Kendimize yabancılık yolunda adeta emin adımlarla yürüyoruz, bu dil bilincini acil bir şekilde edinmek istek değil mecburiyet olmalıdır, yoksa bu yabancı kültürler bizleri kendilerine getirecekler. [...] Read more...